22 Eylül 2008 Pazartesi

22 Eylül 2008

Merhaba,

Hepimiz “Kahpe Bizans’ın güzel kızı Elonora, güzel olduğun kadar küstahsınız da!” repliğini iyi biliriz. Esas oğlan “Cüneyit”in tek okla beş Bizans askerlerini yok ederek tek başına ve kahramanca mücadele ettiği sahneleri de... Kahpe Bizans’ın güzel kızı Elenora’nın esas oğlana aşık olması ve din değiştirmesiyle Bizans nüfusunu nasıl azaltığımız da malum. Ve yine “Cüneyit”in kolunda "Seiko 5" aksesuarını çıkarmayı unutmuş bir vaziyette kaleden kaleye zıpladığı da...

Bu filmlerin hem tarihi hem de kahramanlıkları anlatmak ve abartmak gibi bir misyonu da vardır. Araya hafif serpiştirilmiş aşk ve cazibeyle film gerekli kıvama getirilip izleyicilere sunulur; ama sonuç olarak eğer bir Bizans filmi çekilecekse o günkü konsepte az çok uyulmaya çalışılır. Eldeki malzeme neyse o kadar işte...

Mesela bizim askerlerin giydikleriyle [gavur! :)] Bizanslılarınki aynı değildir. Kötü adam Turgut Özatay da boynuna bir haç takıverir Bizanslı sansınlar diye. Bunlar adettendir yani. Bizans’ın ne zorluklarla ve nasıl alındığını anlatmak için de önce kalelere Bizans bayrakları asılır, üzerine kırmızı haçlı siyah cüppeler giymiş Bizans askerleri yerleştirilir, zindanlarda perukalı Türk askerleri vardır ve hatta “Cüneyt” bile o zindanlara hapsedilir ve “Elenora” ve / veya benzeri güzel ve şehvetli Bizans kızları “Türk askerlerini kurtarma mücadelesi verir. Kale fethedilince yerine Osmanlı bayrağı asılır. Bunun aslına uygun olmak için yapıldığını cümle alem bilir. Tabi Kayseri’deki vatandaş hariç!

Belgesel çekimi için kaleye bayrak asıldığında Kayseri’nin işgal edildiğini sanan, hatırı sayılır göbeğiyle, bir adam, işaret parmağının yardımıyla: “O bayrak inecek oradan. O paçavra inecek! Bugün bayrak asarsınız, yarın kılıçla gelirsiniz!” gibi sadece kendinin uydurduğu bir savla, bir hışımla; çektiklerine, çekeceklerine pişman ederek ekibi göndermeye becerdi. Şehrinin asayişini anında altüst ederek aynı zihniyetteki hemcinslerinin de desteğini alarak koca gövdesindeki hatırı sayılır göbeğine inat kafasının içindeki beyninin çapını (!) göstermeyi becerdi.

Üstelik, beceremediği ve bilmediği çok şeyin olduğunu bilmeden. İlim ilim ilmektir, ilim kendin bilmektir. ilim kendin bilmezsen ya nice okumaktır! Hoşça kalın!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

15 Eylül 2008 Pazartesi

15 Eylül 2008

Merhaba,

Ülkenin yarım yüzyıldır yaşadığı altüstlük ve değişim süreci, küresel kapitalizmin yeni düzeniyle egemen sınıflar arasındaki çıkar çatışmalarını da keskinleştiriyor. Daha dün kendilerini iktidar ortağı sayan medya patronları, her nedense ve nasılsa bugün bangır bangır iktidara muhalefet yapıyor görünüyorlar.

Ben şunu hiç anlayamıyorum; her iktidarda o iktidarın yanında görünmeyi becerenler, kendilerine hiç sormuyorlar mı ki ben başkaları tarafından nasıl görünüyorum ya da ben bu ülke vatandaşlarının vebalini nasıl öderim?

Ortadoğunun enerji kaynaklarının paylaşılması projesini “ılımlı İslam” yaftasıyla ülkemde yoksullaştırılan halk çekiyor. Karnı aç bırakılan insanların, beyinlerinin de aç olacağı biliniyor Yoksulun sırtından doyanlar, yiğitleri bir soğana muhtaç edip toplusal muhalefeti yok ediyorlar. Karnını doyurma içgüdüsü dışında yoksullaştırıldıklarının farkına varmalarını istemiyorlar. Öte yandan medya patronları rant kavgalarını, politik bir başkaldırış edasıyla yeni gelecek iktidarda kendilerine yer hazırlıyorlar. Toplumun aydınlaması yönünde hiç mi hiç çaba harcamadan üstelik.

Velev ki bu iktidara karşı politik bir başkaldırışları var diyelim, niçin sahibi bulundukları gazetelerde ve televizyonlarda halkı uyuşturacak, onları aptal konumuna sokan programlara yer veriyor. Neden toplumun her hareketini İslami açıdan caiz mi değimli diye onaylatacak? Belki kendilerinin de güldüğü insanları dolduruyorlar. Fetva ile ülke yönetilmesinin müsebbipleri çıkarlarına basıldığında nasıl da kükrüyorlar.

Hepsi Amerika’yı yeniden keşfeder gibi... Her televizyon programında İslami argümanları kullanarak ve hatta çocuk çizgi filmlerinde bile çocukların bilinçaltına işledikleri İslami söylemlere yer veriyorlar. Demek ki Ortadoğu projesi iktidarıyla, medyasıyla destekleniyor. Öyleyse biz neredeyiz teşhisini koyduğumuz bir hastalığın tedavisini de mutlaka bizim önermemiz gerekmiyor mu? Cılız çıkan seslerimizi daha yükseltmek için ne duruyoruz?

Her türlü liberal ve konformist eğilimi reddederek herkes kendi alanında örgütlenmelidir. Pragmatik ve kariyerist yaklaşımdan uzaklaşarak bireyciliğe dayanan siyaset anlayışı reddedilmeli ve örgütlü mücadelede birleşmelidir.

Hoşça kalın!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

8 Eylül 2008 Pazartesi

08 Eylül 2008

Merhaba,

Yüreğine bambaşka bir dünyanın özlemini koymuş, çıkınına çökelek... Ve gözlerinde güneş tuzu… Ne yazık ki uyandığında tank paleti ve uyandığında düdük sesi... Sarı sarı yapraklarda insan iskeletleri…

İşte Eylül’ün on ikisi, işte hasat mevsimi. Hasan Mutlucan’ın “Cenge gider edasındaki sesi” kendi ülkesindeki gencecik bedenleri yok etmeye gidişin sesi. Sanki ülkenin dışına talana gider gibi... Yüreğine bambaşka bir dünyanın özlemini koyanlara doğru geceden gündüze durmaksızın işkenceye, ölüme, katletmeye doğru…

Sabahın seherinde radyolar ajans sunuyor. Kulaklar daha çok radyoya yaklaşmış. Kimse ses çıkartmıyor. “Benizler toprak gibi, NETEKİM, tank sesleri, düdük sesleri acı acı yüreğine oturuyor insanın! Herkeste korkunç bir telaş, bir koşuşturmaca, kitaplar toplanıyor toprağın altına! Gencecik bedenler gidiyor toprağın altına. Belki uyur uykusunda belki sokakta, belki okulda…

Hasat mevsimi Eylül... İçinde işkence var, ölüm var. Ve kıyıma uğramış gencecik bedenler… Eylül’ün on ikisi bir kuşağın yok ediliş hikayesi! Üzerinden geçen yirmi sekiz yıla rağmen hesabı sorulmayan darbenin ve onun darbecilerinin...

Güzel bir dünyanın özlemiydi istedikleri. Gençtiler. Ülkelerini sevdiler. İnsanların ezilmesine, sömürülmesine “Hayır!” dediler. Emperyalizme ve onun uşaklarına “Hayır!” dediler ve faşizme “Hayır!”. Her biri annelerinin göz bebeğiydi, ülkenin geleceğiydiler! Onların yaşlarını büyüttüler ve büyütüp büyütüp astılar! Her birinin sallandı bedenleri darağacında.

Oysa ülkenin en güzel koylarında resim yapamadılar onlar. Bekli de hiç sevgilileri olmadı, sevgililerinin koyunlarında uyumadılar. Uyuyacaklardı öldürülmeseydiler. Belki çok iyi bir ressam, çok iyi bir şair olacaklardı. Şiir yazacaklardı aşka dair. “Nü” yapacaklardı birilerine inat! Kendi çıplaklıklarından utanarak…

Ve çeyrek yüzyıl, utancıyla ayıbıyla hala “12 Eylül” hasatının kirli tarihiyle yaşıyor. Bir kuşağı yok etmenin hesabı sorulmadan! Hesabı sorulmadan yaşıyor kanlı tarih. Ölenlerin kanından tuvallere renk ediyor kırmızıyı. Ülkenin en güzel çocuklarının kanı ellerinde, ülkenin en güzel koylarını kirleterek…Ve ülkenin en güzel yıllarını yok etmenin utancını duymadan hala!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

1 Eylül 2008 Pazartesi

01 Eylül 2008

Merhaba,

Muhteşem organizasyonu ile bir “Pekin Olimpiyatları” geçti yeryüzünden. Yarışmanın, kazanmanın ve emeğin nasıl da karşılığını bulduğunu gördük. Emeksiz yemek olamayacağını da…

Benim ülkem akıllı, benim ülkem uyanık! Öyle yüzlerce sporcu yetiştirecek de onlara para, zaman ve emek harcayacak… Olimpiyatlara gitmekse al işte gitti! Hem de en temizinden, en güzelinden... Azcık uyanık olacaksın bu durumlarda! Yumurta kapıya yaklaşırken az biraz gideceksin Rusya’nın Dağıstan Özerk Bölgesi’ne, gideceksin Etiyopya’ya ki kıvama gelmişinden hazır kapıp gelesin. Sonra bir “Türk Sporcu (!)” olarak duygularını soracaksın ve apışıp kalacaksın. Ama orada hemen durumdan vazife çıkaran tercüman, bir Türk olarak altın madalyayı almaktan çok mutlu olduğunu söyleyiverecek onun yerine.

Valla başka ülkelere kızıyorum ben, öyle her spor dalında altın madalya alacağız diye yırtmaya gerek yok bence! Bir sporcuya harcayacağın parayı, ülkenin savaş ekonomisine, devasa alışveriş merkezlerine harcasan daha kârlı değil mi? Gençler sporla ilgileneceğine, daha çok internet kafede otursa, daha çok tüketmeye alışsa fena mı? Bu ülkenin yetmişini aşmış halkımızın bildiği futbol dışında bir sporcusu var mı Allah aşkına? Var diyen beri gelsin. Yanılmıyorsan bir Lefter var. O da yine futbolda! Değil yetmişinde, yedisinde bile doğru dürüst bir sporcusu yok. Olanı da halk bilmiyor. Çünkü futbol dışında diğer spor dallarının esamisi okunmuyor.

Olimpiyat oyunlarının sonrasında, ülkelerin aldıkları madalya sayısıyla, nüfusları oranlandığında yine seksen milyona bir madalya düştü. Aslında düşününce bu da güzel! Ya o da düşmeseydi? Türk milleti uyanıktır kardeşim. Hazır alır, hazır olur. Yine de altına doğru koşar. Nasıl mı? Şöyle bir hafızanızı yoklayın bakalım. Ülke olarak altın madalya aldık mı? Tabi aldık. Kim aldı? Abeylegesse. Kime kime? Sana, bana. Başka kime? Kara kediye! Sonra halterde Naim Süleymanov. Güreşte Dağıstanlı Ramazan Şahin! Gördünüz mü almış mıyız? Almışız! Daha ne? Ha diyorsanız ki spora, sporcuya önem verilsin, bu ülkenin geleceği olarak azimli, sağlıklı gençler yetişsin. Eh işte o zaman:

“Sevgili ülkemin büyükleri, ilk olarak sadece ve sadece beden eğitimi dersine 'beden dersi' demesinler bana o yeter! Kavram kargaşasına gelemiyorum da! Beden dersi olunca anatominin müzikli hali geliyor aklıma. Bunu gençlere öğretmeye başladıklarında beden eğitiminin, sporun ne kadar önemli olduğunu anlayamaya başlayacaklar ve daha sonra bu ülkenin kayıp çocuklarına ulaşacaklar!"

Nice altın madalyalara...

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!