24 Kasım 2008 Pazartesi

24 Kasım 2008

Merhaba,

Zonguldak madeninde işçi olabilmek için öncelikle kabuğu iyi soyulmuş, uzunca ve kalınca bir kalası; çevresinde seyircilerin, heyecanla daha sonra sınava girecek adayların ve hatta bu işin ehli jürinin de bulunduğu aşağı yukarı yüz metrelik bir alan içerisinde başın dik ve kalası sağ ya da sol omzuna alacak şekilde alana geleceksin. Sonra verilen startla, yüzün jüriye dönük koşturacak, kıçından ter akmasına aldırmadan manevralar yapacaksın. Manevralar öyle ustalıkla olacak ki hem izleyenlere coşku verecek hem de jüriye karşı ne kadar dayanıklı ve hatta hayvani bir güce sahip olduğuna inandıracak.

Tut ki bu aşamayı geçtin. Yeterli mi? Değil! Çünkü bu aşamadan geçen ya da geçecek olan senin gibi binlerce işsiz yiğit, dağ gibi karşında duruyor. Ne yapacaksın? İşte bu soruya yetkililer gayet başarılı, çağdaş bir yöntemle kimseyi gücendirmeden ve hatta torpil yapıldı laflarına maruz kalmadan, top çeviriyorlar. Top! Top! Top! İşte o an sanki kendine büyük ikramiye çıkacakmış gibi yüksek bir adrenalin, gelecek kaygısı, ekmek parası, hüzün, sevinç ve gözyaşı… Başkalarının aç kaldığına yada kalacağına bakmadan... İşte yaşam hepi topu. İşte iş, işte issizlik! Hepsi bu topun içinde saklı!

Uğruna ağıt yakılan gerçeklerde işçi olmak, iş bulmak kolay değil! Yeraltına inmenin şartları çok zor. Ölüme dayanıklı olacaksınız ve acıya... Gücünüz bir hayvanınki kadar olacak, sırtınıza yüklediğiniz kalası sınav seçerlerin (!) karşısında koşturarak götüreceksiniz. Üstelik yalpalamadan ve ustaca manevralarla...

İndim maden ocağına, kara elmas diyarına...

Yeryüzü sıcak olsun diye dost.
Yıllar boyu kazma salladım buskunca bu zindanda.
Çocuklarım gülsün diye dost.
Oysa bizim evde gülen yok!

Yürü derler; yürü derler, açlığa yürü derler.
Kara elmas tabut olmuş, gerekirse ölün derler.
Günü gelir utanmadan ağlaşana gülün derler.
Yalanlara artık sabrım yok!


Görüşmek ümidiyle...

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

10 Kasım 2008 Pazartesi

10 Kasım 2008

Merhaba,

Herkes “Amerika”yı konuşuyor, başkanlık seçimleri dünyanın her tarafında, sanki kendi ülkelerinde seçim yapılıyormuşçasına ilgi görüyor. Neden? Çünkü o bir büyük emperyalist, çünkü o bir sömürgeci ve o bir dünya hamisi! Seçilecek başkanın iktidarında belirleyeceği ve izleyeceği iç ve dış politikalardan, yani Amerika’nın politikasından, herkes kendine düşen payı alacak. O bir hamis olması nedeniyle, hamisliğine ihtiyaç duyan ya da duyurulan ülkelerin iç meseleleri de onun izleyeceği politikalarla şekillenecek.

Bazılarına daha çok İMF, bazılarına onlar tarafından getirilen özgürlük (!), bazılarına daha çok silah, sömürü ve işgal düşecek... Orası bilinmez! Ancak benim bildiğim bu seçimlerin ayrı bir rengi olduğudur. Bir zamanlar televizyonda herkesi ekranlara taşıyan “Kökler” dizisini Köle Isaura’yı ya da ne bileyim, Siyah Öfke Amistad’ı izlemişsinizdir. Hepimizin tüylerini ürperten insanlık dışı işkenceleri, köleleri ve köleliği, onların efendilerini orada gördük. Hepimiz efendilere karşı inanılmaz bir öfke ve hınç geliştirdik ve köleliğin kaldırılması için mücadele veren Martin Luther King, Malcom X ve diğer mücadele eden herkesi de yanımızda hissettik. Özgürlüğün yanında, ezilenlerden yana... Onlar, kendilerinin seçme şansının hiç olmadığı renkleri nedeniyle ötelenen, ötekileştirilen, satılan, işkence edilen, köleleştirilen bir ırkın kara öfkesiydiler! Özgürlük mücadelesini dönüştürmeyi bildiler ve yılmadılar. Bu onlar için öylesine uzun zamandı ki...

Biz ne kadar onlara hak versek de, efendilerine öfkelensek de bizim öfkemizin bir rengi olamadı. Rengini değiştiremedi! Şimdi Amerika rengini değiştirdi ve şimdi herkes Amerika’yı konuşuyor. Bu defa bir farkla! Dünya hamisi tarihinde ilk defa; annesi Amerikalı, babası Kenya’lı (yani bir melez) başkanı iktidarında ağırlayacak. Beyaz iktidar (!) yüzyıllar boyu efendiliğini yaptığı bir ırka iktidarını devretti. Hak etmediler mi? Elbet ki ettiler. Ettiler etmesine de...

Rengi değişen, emperyalistin, ruhu da değişir mi?

Tahir olmak da ayıp değil,
Zühre olmak da...
Asıl mesele Tahir ve Zühre olabilmekte!
Yani yürekte...


Görüşmek ümidiyle...

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

3 Kasım 2008 Pazartesi

03 Kasım 2008

Merhaba,

“18 yaşın altındaki herkes çocuktur ve çocuklar her türlü istismar, ihmal ve sömürüye karşı korunmalı; çocuklar, onların sağlığını tehlikeye sokacak her türlü fiziksel ve zihinsel şiddetten uzak tutulmalıdır!”

Çok özür dilerim ben bir hata ettim. Üstteki başlık “Çocuk Hakları” bildirgesinden alınmıştır. Bu başlığın gerçekle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. Çünkü adı geçen başlık, 18 yaşına kadar herkesin çocuk olduğunu söylüyor. Yalan!

Hiç öyle şey olur muymuş? 18 yaşına kadar kazık gibi insanlara çocuk diyelim de organlarına (!) söz geçiremeyen vatandaşlarımızı üzelim mi? Bak, bir tanesi ne güzel söylemiş: “Nasıl olsa bir gün kadın olmayacaklar mı?” Değil mi efendim? Adam ileride olacakları bildiğinden, şeyini feda etmiş! Bilerek, isteyerek ve tasarlayarak... Şimdi biz buna tecavüz mü diyeceğiz?

Bir kere kız kısmı adet görmeye başladı mı işi tamamdır. Artık “kadınlık” mertebesine ulaşmıştır. Dinsel anlamda da bu desteklenir. Bu mertebeye ister 9 yaşında girer, ister 13 yaşında... Orası bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren kısmı artık “kadın (!)” olan bu çocuklar her türlü taciz, tecavüz ve istismar yapılabilir kıvama gelmiştir. Çünkü artık büyükleri tarafından kendilerine yapılan bazı şeylerin (!) “Farkında(mı)dırlar?”

“Güçlü bilekleri olanın diğer organları da güçlüdür.” diyen büyüklerinin, bazı güçlü organlarının güçlerine mazhar olmak ne zamandan beri tacize girer? O büyükler (!) güçlü organlarının maharetlerini sizlere değil de kendi yaşıtlarına mı göstersinler? Olur mu hiç öyle iş? Güçlü bir şeyin gücü, güçsüze karşı yapılınca belli olur!

Yok efendim, çocuklara yapılan cinsel istismarlar çocuğun ruhunda ve bedeninde ağır, büyük ve onmaz yaralar açarmış! Böyle bir şey yok! Bak kapı gibi Adli Tıp Raporu var. Hayır böyle bir şey olmamıştır diyor, yalan mı atıyor?

Mesela 14 yaşındaki bir çocuk (kadın), kendinden çok ama çok büyük birinin tacizine uğrasa... Olmaz ya, hadi oldu diyelim. Bu büyük amcaları yasalar nasıl koruyacak? Çünkü, var olan yasa da bu suçun bir de cezası var. Şimdi amcalar ceza mı alsın? Olmaz, bu haksızlık! Şöyle bir yasa çıkarırsınız, ortaya da bir “nikah” taciz, tecavüz kalmaz! Namus kurtulur, amcalar da kurtulur! YA SİZİN KURTULUŞUNUZ ÇOCUKLAR?

18 yaşına kadar herkes çocuktur. “Çocuk Hakları Bildirgesi”ne 1989’da ben imza atmış olsaydım eğer, sizi “her türlü taciz, istismar, ihmal ve sömürüden uzak tutacağıma söz verirdim!”

Hoşça kalın!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

13 Ekim 2008 Pazartesi

13 Ekim 2008

Merhaba,

DENİZLİ BAROSU SEÇİMLERİ:

A) ADAY BELİRLEME AŞAMASI:


Adaylar ya kendi “havastıyla” ya da başkalarının “havastıyla” aday olurlar ve kendi “havastıyla” aday olanlar kendi “havastıyla” yönetim kurullarını belirler ve birkaç kadın adayın (böcek çiçek meselesi) da olmasına özen gösterirler… Malum vitrin! Ve büro büro dolaşıp bir kağıt üzerine yazarlar! Başkalarının “havastıyla” aday olanlar, başkalarıyla toplantı yaparlar ve toplantı yaptıkları başkalarıyla yönetim kurullarını belirlerler ve onlar da kadın adayların olmasına özen gösterirler çünkü çağdaş ve ilerici anlayış bunu gerektirir. Onlar da kağıt üzerine yazarlar! Aday olmayanlar ve başkalarının da içine giremeyenler (!) oy vermekle mükellef olduklarından onlara sadece kime, nasıl ve ne şekilde oy verecekleri bir bir anlatılır ve onlar da dinlerler. Zaten işin raconu da budur!

B) SEÇİM AŞAMASI:

Adaylar artık vazgeçemeyecekleri (!) ilkelerini belirlemişlerdir. Seçimden sonra nasıl bir baro yönetimi anlayışıyla mesleki ve hukukun genel sorunlarıyla ilgilenecekleri konusunda kürsüden konuşma yaparlar. Seçimin bu evresi epey zorlu geçer! Bunu yaşayan bilir! :)

C) ADAYLARIN VAZGEÇEMEYECEKLERİ İLKELER:

Hukukun üstünlüğü: Henüz göremediğimiz… (En güzel şeyler henüz göremediğimizdir!)
Avukatlık mesleğinin hakları: “Hak verilmez, alınır.” şiarımız olmalı.
İnsan haklarına saygılı: Bu eskiden insan haklarına “dayalı” idi, hatırlarmısınız bilmem.
Çağdaş: Aynı çağda doğan…
İlerici: Hep ileride! Hep ileride! Daima ileride…
Eşitlikçi: Burjuva söylemidir; ama severim.
Demokrasi: Herkes ben demokratım diyor, ben onların yalancısıyım! :)
Laiklik: Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerinin bile zorunluluktan kurtulamaması...
Üniter devlet: Dokunulması “cıs” olan…

D) SEÇİM: Hodri Meydan!

E) SEÇİM SONRASI: Hüsran! Sen, ben, biz bizim oğlan…

DİPNOT: Adı unutulan ilkeler;
Çoğulcu: BAŞARAMADIĞIMIZ!
Katılımcı: AKLIMIZA GELMEYEN!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

22 Eylül 2008 Pazartesi

22 Eylül 2008

Merhaba,

Hepimiz “Kahpe Bizans’ın güzel kızı Elonora, güzel olduğun kadar küstahsınız da!” repliğini iyi biliriz. Esas oğlan “Cüneyit”in tek okla beş Bizans askerlerini yok ederek tek başına ve kahramanca mücadele ettiği sahneleri de... Kahpe Bizans’ın güzel kızı Elenora’nın esas oğlana aşık olması ve din değiştirmesiyle Bizans nüfusunu nasıl azaltığımız da malum. Ve yine “Cüneyit”in kolunda "Seiko 5" aksesuarını çıkarmayı unutmuş bir vaziyette kaleden kaleye zıpladığı da...

Bu filmlerin hem tarihi hem de kahramanlıkları anlatmak ve abartmak gibi bir misyonu da vardır. Araya hafif serpiştirilmiş aşk ve cazibeyle film gerekli kıvama getirilip izleyicilere sunulur; ama sonuç olarak eğer bir Bizans filmi çekilecekse o günkü konsepte az çok uyulmaya çalışılır. Eldeki malzeme neyse o kadar işte...

Mesela bizim askerlerin giydikleriyle [gavur! :)] Bizanslılarınki aynı değildir. Kötü adam Turgut Özatay da boynuna bir haç takıverir Bizanslı sansınlar diye. Bunlar adettendir yani. Bizans’ın ne zorluklarla ve nasıl alındığını anlatmak için de önce kalelere Bizans bayrakları asılır, üzerine kırmızı haçlı siyah cüppeler giymiş Bizans askerleri yerleştirilir, zindanlarda perukalı Türk askerleri vardır ve hatta “Cüneyt” bile o zindanlara hapsedilir ve “Elenora” ve / veya benzeri güzel ve şehvetli Bizans kızları “Türk askerlerini kurtarma mücadelesi verir. Kale fethedilince yerine Osmanlı bayrağı asılır. Bunun aslına uygun olmak için yapıldığını cümle alem bilir. Tabi Kayseri’deki vatandaş hariç!

Belgesel çekimi için kaleye bayrak asıldığında Kayseri’nin işgal edildiğini sanan, hatırı sayılır göbeğiyle, bir adam, işaret parmağının yardımıyla: “O bayrak inecek oradan. O paçavra inecek! Bugün bayrak asarsınız, yarın kılıçla gelirsiniz!” gibi sadece kendinin uydurduğu bir savla, bir hışımla; çektiklerine, çekeceklerine pişman ederek ekibi göndermeye becerdi. Şehrinin asayişini anında altüst ederek aynı zihniyetteki hemcinslerinin de desteğini alarak koca gövdesindeki hatırı sayılır göbeğine inat kafasının içindeki beyninin çapını (!) göstermeyi becerdi.

Üstelik, beceremediği ve bilmediği çok şeyin olduğunu bilmeden. İlim ilim ilmektir, ilim kendin bilmektir. ilim kendin bilmezsen ya nice okumaktır! Hoşça kalın!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

15 Eylül 2008 Pazartesi

15 Eylül 2008

Merhaba,

Ülkenin yarım yüzyıldır yaşadığı altüstlük ve değişim süreci, küresel kapitalizmin yeni düzeniyle egemen sınıflar arasındaki çıkar çatışmalarını da keskinleştiriyor. Daha dün kendilerini iktidar ortağı sayan medya patronları, her nedense ve nasılsa bugün bangır bangır iktidara muhalefet yapıyor görünüyorlar.

Ben şunu hiç anlayamıyorum; her iktidarda o iktidarın yanında görünmeyi becerenler, kendilerine hiç sormuyorlar mı ki ben başkaları tarafından nasıl görünüyorum ya da ben bu ülke vatandaşlarının vebalini nasıl öderim?

Ortadoğunun enerji kaynaklarının paylaşılması projesini “ılımlı İslam” yaftasıyla ülkemde yoksullaştırılan halk çekiyor. Karnı aç bırakılan insanların, beyinlerinin de aç olacağı biliniyor Yoksulun sırtından doyanlar, yiğitleri bir soğana muhtaç edip toplusal muhalefeti yok ediyorlar. Karnını doyurma içgüdüsü dışında yoksullaştırıldıklarının farkına varmalarını istemiyorlar. Öte yandan medya patronları rant kavgalarını, politik bir başkaldırış edasıyla yeni gelecek iktidarda kendilerine yer hazırlıyorlar. Toplumun aydınlaması yönünde hiç mi hiç çaba harcamadan üstelik.

Velev ki bu iktidara karşı politik bir başkaldırışları var diyelim, niçin sahibi bulundukları gazetelerde ve televizyonlarda halkı uyuşturacak, onları aptal konumuna sokan programlara yer veriyor. Neden toplumun her hareketini İslami açıdan caiz mi değimli diye onaylatacak? Belki kendilerinin de güldüğü insanları dolduruyorlar. Fetva ile ülke yönetilmesinin müsebbipleri çıkarlarına basıldığında nasıl da kükrüyorlar.

Hepsi Amerika’yı yeniden keşfeder gibi... Her televizyon programında İslami argümanları kullanarak ve hatta çocuk çizgi filmlerinde bile çocukların bilinçaltına işledikleri İslami söylemlere yer veriyorlar. Demek ki Ortadoğu projesi iktidarıyla, medyasıyla destekleniyor. Öyleyse biz neredeyiz teşhisini koyduğumuz bir hastalığın tedavisini de mutlaka bizim önermemiz gerekmiyor mu? Cılız çıkan seslerimizi daha yükseltmek için ne duruyoruz?

Her türlü liberal ve konformist eğilimi reddederek herkes kendi alanında örgütlenmelidir. Pragmatik ve kariyerist yaklaşımdan uzaklaşarak bireyciliğe dayanan siyaset anlayışı reddedilmeli ve örgütlü mücadelede birleşmelidir.

Hoşça kalın!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

8 Eylül 2008 Pazartesi

08 Eylül 2008

Merhaba,

Yüreğine bambaşka bir dünyanın özlemini koymuş, çıkınına çökelek... Ve gözlerinde güneş tuzu… Ne yazık ki uyandığında tank paleti ve uyandığında düdük sesi... Sarı sarı yapraklarda insan iskeletleri…

İşte Eylül’ün on ikisi, işte hasat mevsimi. Hasan Mutlucan’ın “Cenge gider edasındaki sesi” kendi ülkesindeki gencecik bedenleri yok etmeye gidişin sesi. Sanki ülkenin dışına talana gider gibi... Yüreğine bambaşka bir dünyanın özlemini koyanlara doğru geceden gündüze durmaksızın işkenceye, ölüme, katletmeye doğru…

Sabahın seherinde radyolar ajans sunuyor. Kulaklar daha çok radyoya yaklaşmış. Kimse ses çıkartmıyor. “Benizler toprak gibi, NETEKİM, tank sesleri, düdük sesleri acı acı yüreğine oturuyor insanın! Herkeste korkunç bir telaş, bir koşuşturmaca, kitaplar toplanıyor toprağın altına! Gencecik bedenler gidiyor toprağın altına. Belki uyur uykusunda belki sokakta, belki okulda…

Hasat mevsimi Eylül... İçinde işkence var, ölüm var. Ve kıyıma uğramış gencecik bedenler… Eylül’ün on ikisi bir kuşağın yok ediliş hikayesi! Üzerinden geçen yirmi sekiz yıla rağmen hesabı sorulmayan darbenin ve onun darbecilerinin...

Güzel bir dünyanın özlemiydi istedikleri. Gençtiler. Ülkelerini sevdiler. İnsanların ezilmesine, sömürülmesine “Hayır!” dediler. Emperyalizme ve onun uşaklarına “Hayır!” dediler ve faşizme “Hayır!”. Her biri annelerinin göz bebeğiydi, ülkenin geleceğiydiler! Onların yaşlarını büyüttüler ve büyütüp büyütüp astılar! Her birinin sallandı bedenleri darağacında.

Oysa ülkenin en güzel koylarında resim yapamadılar onlar. Bekli de hiç sevgilileri olmadı, sevgililerinin koyunlarında uyumadılar. Uyuyacaklardı öldürülmeseydiler. Belki çok iyi bir ressam, çok iyi bir şair olacaklardı. Şiir yazacaklardı aşka dair. “Nü” yapacaklardı birilerine inat! Kendi çıplaklıklarından utanarak…

Ve çeyrek yüzyıl, utancıyla ayıbıyla hala “12 Eylül” hasatının kirli tarihiyle yaşıyor. Bir kuşağı yok etmenin hesabı sorulmadan! Hesabı sorulmadan yaşıyor kanlı tarih. Ölenlerin kanından tuvallere renk ediyor kırmızıyı. Ülkenin en güzel çocuklarının kanı ellerinde, ülkenin en güzel koylarını kirleterek…Ve ülkenin en güzel yıllarını yok etmenin utancını duymadan hala!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

1 Eylül 2008 Pazartesi

01 Eylül 2008

Merhaba,

Muhteşem organizasyonu ile bir “Pekin Olimpiyatları” geçti yeryüzünden. Yarışmanın, kazanmanın ve emeğin nasıl da karşılığını bulduğunu gördük. Emeksiz yemek olamayacağını da…

Benim ülkem akıllı, benim ülkem uyanık! Öyle yüzlerce sporcu yetiştirecek de onlara para, zaman ve emek harcayacak… Olimpiyatlara gitmekse al işte gitti! Hem de en temizinden, en güzelinden... Azcık uyanık olacaksın bu durumlarda! Yumurta kapıya yaklaşırken az biraz gideceksin Rusya’nın Dağıstan Özerk Bölgesi’ne, gideceksin Etiyopya’ya ki kıvama gelmişinden hazır kapıp gelesin. Sonra bir “Türk Sporcu (!)” olarak duygularını soracaksın ve apışıp kalacaksın. Ama orada hemen durumdan vazife çıkaran tercüman, bir Türk olarak altın madalyayı almaktan çok mutlu olduğunu söyleyiverecek onun yerine.

Valla başka ülkelere kızıyorum ben, öyle her spor dalında altın madalya alacağız diye yırtmaya gerek yok bence! Bir sporcuya harcayacağın parayı, ülkenin savaş ekonomisine, devasa alışveriş merkezlerine harcasan daha kârlı değil mi? Gençler sporla ilgileneceğine, daha çok internet kafede otursa, daha çok tüketmeye alışsa fena mı? Bu ülkenin yetmişini aşmış halkımızın bildiği futbol dışında bir sporcusu var mı Allah aşkına? Var diyen beri gelsin. Yanılmıyorsan bir Lefter var. O da yine futbolda! Değil yetmişinde, yedisinde bile doğru dürüst bir sporcusu yok. Olanı da halk bilmiyor. Çünkü futbol dışında diğer spor dallarının esamisi okunmuyor.

Olimpiyat oyunlarının sonrasında, ülkelerin aldıkları madalya sayısıyla, nüfusları oranlandığında yine seksen milyona bir madalya düştü. Aslında düşününce bu da güzel! Ya o da düşmeseydi? Türk milleti uyanıktır kardeşim. Hazır alır, hazır olur. Yine de altına doğru koşar. Nasıl mı? Şöyle bir hafızanızı yoklayın bakalım. Ülke olarak altın madalya aldık mı? Tabi aldık. Kim aldı? Abeylegesse. Kime kime? Sana, bana. Başka kime? Kara kediye! Sonra halterde Naim Süleymanov. Güreşte Dağıstanlı Ramazan Şahin! Gördünüz mü almış mıyız? Almışız! Daha ne? Ha diyorsanız ki spora, sporcuya önem verilsin, bu ülkenin geleceği olarak azimli, sağlıklı gençler yetişsin. Eh işte o zaman:

“Sevgili ülkemin büyükleri, ilk olarak sadece ve sadece beden eğitimi dersine 'beden dersi' demesinler bana o yeter! Kavram kargaşasına gelemiyorum da! Beden dersi olunca anatominin müzikli hali geliyor aklıma. Bunu gençlere öğretmeye başladıklarında beden eğitiminin, sporun ne kadar önemli olduğunu anlayamaya başlayacaklar ve daha sonra bu ülkenin kayıp çocuklarına ulaşacaklar!"

Nice altın madalyalara...

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

11 Ağustos 2008 Pazartesi

11 Ağustos 2008

Merhaba,

Yüreğim yanıyor, içim kanıyor. Olmasaydı sonumuz böyle... Banliyö trenlerini bilir misiniz bilmem. Büyük kentlerin varoşlarından şehre uzanan bir yol hikâyesidir. Sabahın seherinde başlayan seferlerde işine yetişmek isteyenlerin uykusuz gözlerindeki donukluğu ve yüzündeki mutsuzluğu görürsünüz. “Taka taka” diyerek aynı tempoda müzikleşen tren raylarının sesi size ninni gibi gelir. Yarı uyur yarı uyanık büyük kentte var olmanın dayanılmaz yaşamına doğru sürdürürsünüz yolculuğunuzu…

Büyük kentin yaşam kahpeliklerini göğüslemişsinizdir her şeye rağmen. Bir yandan kendinizi korursunuz, bir yandan çantanızı sımsıkı tutarak malınızı… Ancak bazen hiçbir şey kâr etmez bu uyanıklığınıza. Çünkü büyük kentlerin varoşlarında yüz kuruş için başkalarının canına kıyanların öfkesi dolaşır etrafta. Yaşama karşı öfkesini bitiremezsiniz.

Evinize, işinize sapasağlam gidebilirseniz ne mutlu! Çünkü her an “yüz kuruş” için cana kıyabilecek kadar vahşi bir çeteye rastlayabilirsiniz. Sizin ne yaşınız ne kimliğiniz ne düşünceniz onları ilgilendirir. Kafaları dumanlı vahşi sürüler, o uyku mahmurluğunuzda size saldırır ve sizin direnmenize izin vermezler. Velev ki direndiniz, sizi banliyö trenlerinin geçtiği ıssız boşluklara ittiriverirler. Bir insanın canına kıymanın vicdan azabını duymadan. Soğuk ve donukturlar. Sizin yaşamınız yüz kuruşa satılan bir cep telefonu kadardır onlar için. Vahşi kapitalizmin dönen çarkları, uçurumları; uçurumlar da çeteleri çoğaltır. Daha çok adalet istersiniz. Daha çok korunmak ve güven... Güveneceğiniz bir devletiniz olmalı ve bir de adaletiniz! Varoşlardan büyük kentlere uzanabilmek (!) için...

Görüşmek ümidiyle...

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

4 Ağustos 2008 Pazartesi

04 Ağustos 2008

Merhaba,

Hani bir papatya çiçeğini elimize alır ve başlarız ya yapraklarını tek tek yolmaya... Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor... Sonunda şansımıza ne çıkarsa…Seviyor çıktığında, memnun kalırız bizi sevdiğini (zannettiğimizi) teyit ederiz (!) son yaprakla…Ya bir de sevmedi çıktıysa? Yeminossun bizi sevdiğine, sevmediğine pişman ederiz o son yaprağın ve karşı tarafın.

İşte günlerdir aşk için papatya yapraklarını koparır gibi bir parti daha masalını; “Kapatır, kapatmaz, kapatır, kapatmaz...” diyerek siyasi ve hukuki tahminler yapıla geldi ve nihayet dün papatyanın “son”, zurnanın “zırt” dediği an geldi ve son sözü söylemenin edasıyla “Kapatılmamıştır!” deniverdi. Hem de 6’ya 5! Yani şeşi beş…

Tarihinde parti kapatmaya alışkın olanlar, bu partiyi kapatmış olsalardı (Oldu ya papatyanın son yaprağı, tavlanın zarı böyle deseydi?) ne olurdu? Zalim, mazlum olurdu! Şu ana kadar kapatılan bütün partilerden daha mazlum! Bazılarına siyaset yasağı gelse ne olurdu? Adam fiili olarak yönetmez! De... Fikri olarak yönetiverirdi yeraltından, Amerika’dan, oradan, buradan! Üstelik yine yasaklandığı için zalim, mazlum olurdu… Hazine yardımı kesilmeseydi ne olurdu? Onlara koymazdı bence! Çünkü devede kulak! Biri size demez mi yahu, “Ne hazinesi mirim; sadece hazine yardımı alınarak bunca mal mülk, gemicik alınır mı, Oxford’da okunur mu? Şirketler kurulur mu? Seçim zamanları; demirler, kömürler, unlu gıda mamulleri, bilumum baklagiller ailesi ve hatta herkese küçük bir altın kuşatmasıyla har vurulup harman savurma cesareti sadece hazineyle olur mu?”. Annem bize siz hiçbir zaman zengin olamazsınız der. Neden diye sorduğumda, “Yan ağrınız yok!” der. Yani kendi kazancınızın dışında, deden, babadan, Mısırdaki akrabamızdan (!)... Yan arıklar (!) olmasa %45’ler olur mu?

Yani sözümün sonu şu, parti kapatmak demokratik değil! Hem de hiç değil! Çünkü demokrasi düşünce özgürlüğünden yanadır. Anayasasında bunu güvence altına alır, kendi dışındakilere yaşam alanı tanır. Demokrasilerde tekellere hayır denir, toprak reformu yapılır, özelleştirmeye hayır denir, herkese parasız sağlık, parasız eğitim denir. Yani demokrasilerde papatyanın son yaprağına bırakılmaz umutlar… Yaprağın sonu senin mücadelenle şekillenir ve senin son sözünle…

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

28 Temmuz 2008 Pazartesi

28 Temmuz 2008

Merhaba,

Kato Dağı’nın eteklerindeki Ceviz Ağacı Köyü’nün hikayesidir bu. Bu ceviz ağacının herkes farkında şimdi ve ben, ve sen, ve polis… Ve bu ceviz ağacı Gülhane’de değil, Beytüşşebap’ta.

Yıllar önce doğdukları topraklardan göç edenlerin, bu topraklara dönüşünün hikayesi. Hikaye biraz öfkeli, biraz başkaldırış kokuyor ve belki de bundan daha fazlası… Yıllarca biriktirdikleri özlemle karışık öfkeyle Mecit Efendi ve Estel Hanım’ın bin bir gece masallarını andıran düğünlerine katılmak için geldiler belki de kim bilir? Belki onlar doğduklarında başkaca bir adı vardı bu köyün belki de başka aşk ve göç hikayeleri… Ama bir bakmışsınız bir akşam haberlerinde, düğün görünümlü savaş alanına dönüvermiş Ceviz Ağacı Köyü.

Semalarında yıldız yerine mermilerin ışığı… Silahlara aldırmadan, mermilerin altında sırdan bir şey yaşarmış gibi halay çeken kalabalık ve gelin, damat... Bir ömür boyu aynı mermi altında… Bu güzel mutluluğun (!) içine bir bukle “M16”, biraz ağır “Biksi”, biraz uzun “Kanas”, vazgeçilmez “Kalaşnikof” ve geceyi daha da unutulmaz kılan “Korucular”! Pek koruma telaşında olmadan binlerce mermi atıverdiler mutluluğun (!) içersine… Binlerce mermi, binlerce bizden çıkan paracıklarla yani… Ceviz Ağacı Köyü yeni bir hikaye yazdı… Altı gün, altı gece… Onlar erdiler belki muradına…biz hesap soralım kerevetten…

Bu öfke, bu hikaye, kendi doğduğu topraklardan göç etmenin öfkesi mi? Yoksa devletin orada güvenliğine yardımcılık yapan korucuların “gövde gösterisi” mi? Bilen yok bu hikayenin gerisini... Sıkılan binlerce mermi, kesilen seksen koyun, altı gün altı gece süren düğün ve takılan binlerce para… Neyin öfkesi, neyin gösterisi belli değil; ancak adı içinde saklı. Belki ceviz ağacının kovuğunda belki de mermi kovanlarında...

Görüşmek ümidiyle...

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

21 Temmuz 2008 Pazartesi

21 Temmuz 2008

Merhaba,

Yeniden görüşmek güzel.Bir hafta sizinle ne paylaşmalıyım diye düşünüyorum.Ancak,ülkenin öylesine sıcak bir gündem takvimi var ki insan belli konulara değinmeden geçemiyor doğrusu. Sevgili meslektaşım Av. Ali Lüleci, “Hep eleştirel yazıyorsun, bir de güzelliklerden bahsetsen...” dedi. Meslektaşımın eleştirisine gönülden katıldım. Güzeli yazmak, yaşamak ve paylaşmak bizim rotamız. Ancak, insanların gerçekten yaşadıkları sıkıntıları paylaşmak, onların derdine ortak olmak, onların zorluklarını anlayabilmek de bir güzellik değil midir sevgili dostum.

Düşün ki güzel bir hafta sonu, çoluk çocuğunla pikniğe gideceksin ve bütün haftanın yorgunluğunu atacaksın… Yeşillikler içinde, ağaç gölgesinde, çimenlere uzanarak yorgunluk gidereceksin. Ama o da ne? Bir kene! İşte bütün hayal ettiğin hafta sonu tatilinin güzelliğine balyoz gibi iniveren bir gerçek.

Bunlar, bizim bildiğimiz eski kenelere de benzemiyor hani. Eski keneler de bir adap, bir usturup vardı. Geçerdi bir hayvancığın kan emilecek münasip bir yerine, sessiz sessiz hallederdi işini. Şimdiki keneler öyle mi ya. Direkt ölüm üzerine kodlanmış! Bunlar, Kırım’a, Kongo’ya seyahat etmiş, yurtdışı görmüş keneler! Cana kast ve pek fena muamele uzmanı. E ne oldu şimdi hafta sonu tatili? O tatilin güzel düşü? Ne oldu? Güzeli yaşayacaksak, neden güzeli güzel gibi yaşayamadığımızı da sorgulamak gerekmez mi? Dünya’nın doğal dengesinin bozulması, küresel ısınma, nükleer savaşlar desek eleştirmiş mi oluruz? Bunda, tabi ki herkesin hatası var. Kuş gribiyle öldürdüğümüz tavukları, “hele paçalıları” arıyoruz şimdi. Onlar keneleri yiyordu, Kırım-Kongolular da başımıza bela olmuyordu. Doğanın dengesi de mertliği de bozuldu. Eleştirilerim kendime ve hepimize! Çünkü 21. yüzyılda “kene ısırması” nedeniyle ölen kişilerin sorumluluğunu hepimize yüklüyorum.Yeryüzünün güzelliklerini hoyratça, insafsızca, bilinçsizce tükettiğimiz için…

Ama yine de; Güzel günler göreceğiz çocuklar! Güneşli, güzel günler...
Motorları maviliklere süreceğiz… Hoşça kalın!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

14 Temmuz 2008 Pazartesi

14 Temmuz 2008

Merhaba,

Size tesadüfen izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. "Kaplumbağalar da Uçar"... Bir Bahman Ghobadi filmi. Film, mayın tarlalarında büyüyen çocukların dramını anlatıyor. Savaşın zorla büyüttüğü çocukların dramını... Dünya coğrafyasının diğer karalardan ırak eylediği "emperyalist canavarın" savaşından arta kalan yarım yaşamları anlatıyor film. Dünya coğrafyasının ırak eylediği ancak tarihin bu kadar şans tanımadığı bu canavar; kanı, savaşı, işgali çok seviyor. Kendi ülkesindeki yerlileri yok ettiği yetmediği gibi, coğrafyanın kendinden uzak eylediği topraklarda her daim kolları. Coğrafyanın uzak olmasının tarihe bir faydası olmuyor ne yazık ki! Emperyalist canavarın kolları her yere uzanıyor. Kendi çıkarlarının peşinden nerede ve ne zaman kan emeceğini planlıyor. İşte, şimdi de kendi partisi seçimleri kazanamadığında İran’ı işgal edebileceğinin sinyalini veriyor emperyalist baş Bush efendi! Dünyanın Hamisi! Nerede petrol varsa o ülkeye demokrasi getiriyor! Ülkedeki vatandaşları muhbircilik, yalakalık, öğreterek kendi iktidarını sağlamlaştırıyor. İnsanların kanıyla yükseltiyor iktidarını. Şimdi internette işbaşında! Neymiş efendim kendisine ajan arıyormuş! Aradığı yabancı dillerin için de iyi Türkçe bilen ajan da arıyor ve ajana verilecek yıllık para 75 bin dolar! Cazip değil mi? Bunca işsiz ve aç genç varken… Emperyaliste hizmet edilmez mi? İşte ülkenin hali belli işsizlik, enflasyon filan filan...

Bir taraftan emperyalistin kolları ve onun uzantılı iktidarları ve savaşları, bir taraftan iktidarın saltanatı! Bir taraftan "Susurluk"... Meşhur bin parça operasyonu sorumluları... Parti kapatmalar, yeni parti kurma senaryoları, parti kuracak olanlara ders veren ekabir "ağabeyler"... Bir taraftan sürekli değişen veya değiştirilen bomba (!) haberler... Diğer tarafta sadece ve sadece zavallı biz yönetilenler...

Bırakalım; Onlar gündemi değiştirsinler sık sık, gelin biz de onları değiştirelim ve bizim çocuklarımızın "Kaplumbağa"ları uçmasın savaşlarda…

Rotamız yeldeğirmenlerine... Hoşça kalın!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

7 Temmuz 2008 Pazartesi

07 Temmuz 2008

Merhaba,

Bir ülke düşünün ki bir günü diğerinden daha panter! Bir ülke düşünün her 10 yılda bir darbe ve onun artçı sarsıntıları muhtıralar… “Gün gelecek, devran dönecek; iktidar halka hesap verecek!” Şiarının hiç susmadığı; ancak hiç de hesap sorulamadığı bir ülke. Adaletin bir gün herkese lazım geleceğini “unutan” bir ülke… Darbelerin beslediği düşüncelerin zaman aşımına uğrayıp “yargılanamadığı” ülke. Sizin böyle bir ülkeniz var mı?

Kaç kuşak sadece düşüncelerinden ötürü kıyıma uğradı, katledildi, idam edildi? Emperyalizme, faşizme hayır dedikleri için binlercesi işkence gördü? Gözaltında tecavüze uğradı hemcinslerim… Hiç kimsenin haberi olmadan bir gece yarısı baskınlarla alıp götürüldüler onları, kimilerinin mezarları bile bulunamadı hala! Anaları aradı sadece onları. Yüreği yaralı anaları... Hesap sorulmadı! Diri diri 37 kişiyi yaktılar benim ülkemde. Darbelerin ürettiği vahşi kalabalık, insanlık dışı bir tavırla izledi 37 can yanarken! Yine hesap sorulmadı! Özelleştirme furyasıyla yabancılara peşkeş çektiler ülkemin topraklarını... Hesap sorulmadı! Halkım beş kuruş biriktiremezken, “Gemicik (!)” alındı “biriktirilen (!)” milyon dolarlarla... Hesap sorulmadı! Sorulmuyor! Her yeni gün yeni bir sansasyonel haberle uyanıverirsiniz hesap sorulamayan ülkemde! Bir bakarsınız, siz “parti kapatılması”na yoğunlaşmışken “Ergenekon” veya başka bir şeyle değişivermiş gündem! Arkasında; Haziran ayı enflasyonunu açıklanacağı gizlenerek ya da kapalı kapılar arkasında dönen hesaplaşmaları bu araya sokuşturularak! Al sana “her dem taze gündem”. Halkı bununla oyala, sen ne yapacaksan yapıver bu arada. Halk buna da alışır nasıl olsa! Ne yaparsın, yüzyılın entrikalı iktidar savaşları işte! Bu boyut bizi aşar! Bizim şiarımız belli “Gün gelecek, devran dönecek!” İşte bir sabah, halk uyandığında, yine geçim kaygısıyla, işsizlikle, enflasyonla yüz yüze gelecek. Küçük dozajlı elektro şokların etkisiyle istenilen kıvama gelmiş, siniri alınmış duyarsızlaştırılmış ve sadece karnını doyurma mücadelesi modundaki bu halkım; “Gün gelecek ve hesap soracak!” Mutlaka 10 yıllık darbelerle hesap soracak! Mecali kalmışsa...

Umudun ülkesinden sesleniyorum. Bu gün ne olursa olsun, insan olmanın onuruyla bir gün mutlaka… Mutlaka dönecektir devran!

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

30 Haziran 2008 Pazartesi

30 Haziran 2008

Merhaba,

Toplumsal afyonun sevinç, katliamları, başkalarının yaşamını yok edecek kadar hastalıklı sevgiler, tutkular ve holiganlıklar... Gerçekten neoliberal politikaların yükselen değerlerinden futbol, (sevinç uğruna) masum ve belki aynı sevinçle coşkulanan insanların yaşamını yok ediyor. Maç olduğu zaman yaşam duruyor adeta. İnsanlar o günlük bütün yaşamlarını bırakıyor ve kazanma hırsıyla hücum ediyor. Ancak başka hiç bir şeyde böylesine heyecanlı ve böylesine birlikte davranamıyorlar maalesef. Yaşamında diğer önemli olaylarda siniri alınmış gibi davranan ve hiçbir tepki göstermeyen bu toplumun insanları; bu durumda vahşi, öfkeli, sevinçli... davranıyor ve bu durum beni çok şaşırtıyor. Bazı zamanlarda toplumda infial uyandırır bahanesiyle girilemeyen, yasaklanan meydanlar bir bakıyorsunuz hiçbir kural dinlemeden, başkaları yokmuşçasına umarsız (sözde milli sevinç uğruna) ortalıkta kol geziyor. Devletin bütün koyduğu kurallar, yasalar o gün için askıya alınıveriyor. Arabaların, her bir deliğinden kendilerini atmış genç kızlar, erkekler bütün kurallara başkaldırır edasında akşamın bilmem kaçından gece yarısına kadar kornalarla, çığlıklarla ortalığı kasıp kavuruyorlar. Toplumsal deşarj...

Toplumla birlikte aynı sevinci paylaşmak çok güzel elbette; ancak bu sevinç hüzne dönüştürüyorsa diğer insanların yaşamını, işte o zaman durmak lazım! Mesela sadece futbolda değil bu, asker gönderme zamanlarında yine aynı manzara... Toplumumuz her şeyin dozunu kaçırıyor. Eğer “Niye bunu böyle yapıyorsun?” diye karşı çıksan, (ki böyle şey mümkün değil) linç edilirsiniz alimallah! Onlar bunu birincil vazife, milli duygu, milli sevinç şiarlarının arkasına gizlenip yaptıkları için... Açın, işsizin de bu topluma çok sözü var ancak hiç birini söyleyebilecek yüreği ve bilinci yok ise işte size en güzel reçete: böyle zamanları kollayın ve hücum! Ne yaparsanız yanınıza kâr! Çünkü yapılan meşru ve milli! ;)

… Bitti mi? Bitmedi! Daha çok böyle... Oysa yarın olduğunda... Bir bakmışsınız ki dün gecedeki öfkeli mutluluğunuz sona ermiş ve ekmeğe, suya, elektriğe, ona, buna zam gelmiş... Ve kötüsü, en kötüsü… Sizin sevinç çığlıklarınızın silahıyla gencecik bedenler ölüvermiş! …

Görüşmek ümidiyle…

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

23 Haziran 2008 Pazartesi

23 Haziran 2008

Merhaba,

Şair Celal Vardar’ın bir dizesiyle devam ettirmek istiyorum geçen haftaki yazımı.Şair diyor ki:“Suya dokunmazmış, sabuna dokunmazmış! Pise bak!”Bir dokun bin ah işit. Biz dokunmaya devam edelim öyleyse. Çünkü ses iyi gelir her şeye ve çoğalırsa görünmez bir çığlık olur! Neyse...

02.11.2001 tarihinde yürürlüğe giren bir yönetmelikle il ve ilçelerde insan hakları koruma ve geliştirmeye yönelik çalışmalar başlatıldı ve bu hizmetlerden biri de “İnsan Hakları Dilek Kutusu”. Bunlara atılan “dilek ve temenniler (!)” bir kurul tarafından değerlendiriliyor ve sonuçlandırılıyor. Bazıları kadük… Baştan ofsayt yani! Bazıları incelemeye değer bulunup o kişi ya da kuruluş hakkında teftiş kararı veriliyor(dur) herhalde! :) Bu kutular ulvi bir davaya hizmet ediyor mutlaka… Ki bu hizmet anlayışına bir diyeceğimiz yok elbette. Sonuçta konu “insan hakları” olunca akan sular durur, öyle değil mi? Ancak benim anlayamadığım şu: akan sular dursun diye birileri “köfteden” bir şeyler yazıp atsa dilek kutularına. (Sadece fikir jimnastiği yapıyorum diyelim!) Mesela Ayşe Teyze “ACE” ile iyi temizlik yapıyor. Helal olsun kadına yüz yıldır aynı reklama çıkıyor! Mesela bir başkası “Ah şu kaldırım taşlarının dili olsa da konuşsa… Sök-tak! Sök-tak! Onlar da bıktı valla! Engelli vatandaşlarımız ne çekti ise bu duvar gibi kaldırımlardan çekti.” deyiverse…

Ya da adam akşam komşusuna kızdı! Olur ya… Şimdi dalaşsa filan kan çıkacak. Neyine gerek? Şöyle oturduğu yerden bir mektup yazsa da “Görsün bakalım ‘dyyus’!” diye atsa bembeyaz sayfaları (!) bu kutulara? “Kardeşim; burası ‘İnsan Hakları Dilek Kutusu’; ne alakası var bunların, niye yazıyorsun?”, “Böyle absürt şeyleri nereden buluyorsun?” diyemezsiniz! İnsanoğlu bu! Herkesin bir dileği, bir temennisi var. Bir de bunları atacağı kutusu… Bu kutulardan yararlanma ve “zararlandırma” hakkına sahip. Kutunun kod adı: “Dilek Kutusu”. İçinde “eser, çok eser” :) derecede şikâyet olacak tabi! Hem birazcık (esercik) şikâyetten ne çıkar? İnsan haklarını mı öldürür şuncağızcık şikâyet? İnsanlar istediği kutuya, istediği dileği yazsın. Kısmetini açtırmaya gelenler, çocuğu olmayanlar, para isteyenler dilek kutusundan yararlansın. Diğer yanından da “zararlananlar” yararlansın! Değil mi canım efendim? Yani çıkar bir öğretmene; komünist, terörist dediysen… Ne çıkar bir doktora; rüşvetçi dediysen… Ne çıkar hiç sevmediğin birine “pzvnk” dediysen! Ne çıkar? Bu kutucukların kilitli kasalarında yaşama kendisinden farklı bakan, düşünen ve farklı yaşayan ya da bu farklılığından dolayı “ötekileşen” birine sırf kendisinden başka düşünüyor diye asılsız suçlamalarla iftira edip atıveriyorsan dileğini (yani şikâyetini) bu kutucuğa… Ne çıkar? Bunları atmaktan ne çıkar? Altı üstü birini senin gibi düşünmüyor diye şikâyet ediverdin. Ne çıkar? İnsan hakları bu, boru değil! Birilerinin hakkını yok ettiysek bizim gibi düşünmedi diye ne çıkar?

Rotamız yel değirmenlerine…
Görüşmek ümidiyle…

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!

16 Haziran 2008 Pazartesi

16 Haziran 2008

Merhaba,

Yıllar boyu gazete sayfalarının köşelerinde penceresini aralayıp okuduğum yazılar… Bazen "Ah! Ne güzel yazmış, helal olsun!" dediğim, müptelası olduğum, okumadan duramadığım yazılar ve onun dilleri... Dillendirenleri... Bazen de "Köşeden öyle mi görünüyor? Bence rotanı biraz değiştir!" diyesim gelenler... Madem bir köşen var tozlu gazete sayfalarında "hakkını ver" dediklerim... Muhteşem bir dil, edebiyat, bir yürek örgüsüyle ince dokunanlar… Dillerinde yürek taşıyanlar, penceresini kapatıp sıkıca kafasını sabunsuz suya sokanlar... Köşelerinden araladıkları yer kadar bir şeyler, çok şeyler, hiçbir şey söylemeyenler…

Ben "K" şıkkını kullanmak istiyorum! Bu dünyaya dair bir sözümüz varsa, ne az, ne çok, ne hiçbiri. Yanımda suyum var, sabunum var! Ben onlara dokunmak istiyorum benim gibi suyunu ve sabununu yanına alanların yüreğiyle beraber... Bu köşe, yüreğini yeldeğirmenlerine karşı sözü olanların köşesi! Rotamız "Yeldeğirmenleri"ne vira vira! Her hafta görüşmek ümidiyle...

*Bu yazının tüm hakları Perihan ÜGE’ye ait olup izinsiz kullanılamaz!